29 Haziran 2011 Çarşamba

Gecikme

Meşguliyet, çoğunlukla da üşengeçlik dolayısıyla 3. Bölüm bir türlü yazılamamıştı. Ama şimdi yayınlıyorum.

Bundan sonra da oldukça sık bölümleri yayınlamaya devam edeceğim.

Herhangi bir gün vermiyorum yayınlamak için.

Siz takipte olun.

3. Bölüm hemen aşağıda.

İyi okumalar.

Bu arada ulaşım için adres.

http://twitter.com/erencevik
http://twitter.com/BarlasDizi

Bölüm 3 - Düşmanlarını Tanı

Saat gece 12’yi vururken Clinton Oteli’nden yükselen havai fişekler İstanbul’u boydan boya aydınlatıyordu. Fişeklerin patladıktan sonraki hali bütün hayat enerjisini güneşten alan ayı bile kıskandırıyor gibiydi. Büyük fişek gösterisi bittiğinde bahçedeki kalabalık büyük salonun yolunu tuttu. İçeride pasta kesimi ve diğer birçok aktivite gerçekleştirilecekti. Misafirler arasında ülkenin en tanınır ünlüleri, iş adamları ve bürokratlar da bulunuyordu.

Kalabalık nihayet büyük salona toplandığında, hala dakika başı kapıya doğru bakan Umut’un da beklediği misafir gelmişti. Üzerinde epey pahalı siyah bir takım elbiseyle Barlas salınarak salonun kapısından büyük salona giriş yapmıştı. Umut, Barlas’ın gelmesini bekleyemeden gitti ve gülümseyerek karşıladı, sarıldı.

“Hoş geldiniz.”

“Hey hey, sakin olsana Umut herkes bize bakıyor,” dedi gülümseyerek Barlas.

Umut sarılmayı bıraksa da hala yüzünde şaşkın bir gülümseme vardı. “Aslında gelmeyeceğinizi, beni işlettiğinizi falan düşünmeye başlamıştım.”

Barlas yalnızca gülümsedi.

“Gelin sizi ailemle tanıştırmalıyım.”

“Daha önce de söyledim Umut. Artık “sizli bizli” konuşmana gerek yok.” 

“Peki, Barlas- “ biraz bekledikten sonra, “ağabey diyebilirim değil mi?”

“Elbette Umut.”

Büyük salonun içinde epey zorlanarak geçen birkaç dakikalık yürüyüşün ardından Umut’un ailesinin yanına varabilmiştiler. Barlas kalabalıktan pek hazzetmiyordu fakat yine de bu durum için biraz da olsa gerekliydi.

“Baba, işte sana hep anlatıp durduğum Barlas ağabeyim,” sonra Barlas’a dönerek “bu da babam Yusuf Naimdar.”

Umut’un babası Yusuf Naimdar’ın saçlarının üst kısmı dökülmüştü. Donuk ve sert bir yüzü vardı. Barlas’ı önce tepeden tırnağa süzdü, sonra da yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirerek elini uzattı. Barlas’ın içini kemiren öfke ne kadar kuvvetliyse intikam duygusu ve iradesi de o kadar vardı. Bu yüzden o da yüzüne sahte bir gülümseme kondurarak elini uzattı, el sıkıştılar.

“Tanıştığımıza memnun oldum Barlas Bey. Oğlum sizden pek çok kere bahsetti,” duraksadı viskisinden bir yudum aldı. “Sanırım şu Amerika’da bir şeyler olmuştu, hah evet biraz polisiye.”

Hep beraber gülümsediler. Barlas bu sert adamdan “espri yapma çabasını” hiç beklemiyordu doğrusu.

“Ben de tanıştığıma memnun oldum Yusuf Bey. İsminizi epey duymuştum. Olaylar hakkında da, biraz klişe olacak fakat kim olsa aynı şeyi yapardı.” Barlas bir an gülümsedi. “Bu arada İstanbul’a sadece gezmek için gelmedim. Sizi de araştırdım. Ülkenin en önde gelen iş adamlarındansınız. Yarın ofisinizde sizinle görüşmek isterim. Belki Amerika’daki talihsiz olay o kadar da talihsiz değildir.”

Yusuf Naimdar bir an için duraksadı. Bu beklenmedik bir gelişmeydi.

“Tabi o zaman yarın-“ biraz düşündü,  “10 gibi müsaidim konuşmamız gerekenleri ofisimde konuşabiliriz.”
“Orada olacağıma emin olabilirsiniz,” dedi Barlas. “Ancak izninizle biraz hava almak istiyorum.”

Barlas olanca kibarlığıyla oradan ayrıldı ve tam olarak boğazı gören parıltılı bahçeye çıktı. Deniz kenarına doğru yürüdü.  Büyük salon camekânlı olduğu için hala içerisi görülebiliyordu.

“İçerisi sizi sıkmışa benziyor efendim.”

Bir anda ortaya çıkan yaşlı Rutkay yine tam zamanında gelmişti.

“Böyle ortamlardan pek hoşlanmıyorum doğrusu Rutkay.”

“Aynı babanız gibi.”

“Aynı babam gibi, evet.” Barlas’ın gözünün önüne hala annesi ve babasının katlediliş görüntüleri çakıyordu.

“Sen bu hikâyeyi daha önce dinlediysen bile tekrar anlatmak istiyorum Rutkay. Bir zamanlar bir adam vardı. Bu ülkenin en büyük iş adamlarından biri, en zenginlerinden belki de. En güçlü, en büyük. Kendine verilen sıfatlar öyle çoktu ki. Fakat, fakat ben ona “baba” diyordum. Sadece “baba”. Şuradaki adamı görüyor musun Rutkay. Onu sen de tanıyorsun elbet, Yusuf Naimdar. Babamın ortaklarından biriydi. Fakat bununla yetinmedi. Onu yerinden indirmek istedi ve yaptı da, kanla. Annem ve babam gözümün önünde öldürüldü Rutkay. Tam gözümün önünde.”

Rutkay bütün dikkatiyle sanki ilk defa duyuyormuşçasına dikkatli, Barlas’ı dinliyordu.

“Evet, bugün ben senin önünde bir daha yemin ediyorum ki onların intikamlarını ne pahasına olursa olsun alacağım.” Yüzünü buruşturarak. “Daha kaç yaşındaydım ki. Daha onlar-“

Barlas sözünü tamamlayamadan içeride büyük bir gürültü kopmuştu. Umut’un ablası, beyaz süslü bir giysiye bürünmüş halde görkemli merdivenlerden aşağıya salona doğru iniyordu. Barlas dışarıda bahçeden onu görerek durmuştu. Simsiyah saçları omuzlarına bir şelaleymişçesine dökülüyor, yüzündeki ifade görenleri büyülüyordu. Barlas ağzının kuruduğunu fark etti. Epeydir böyle bir şey yaşamamıştı. İleri doğru birkaç adım attı sonra durdu. Rutkay’a döndü. Parmaklarıyla salonu gösterdi.

“Sanırım içeri gideceğim, evet.”

Barlas içeri doğru yol alırken Rutkay yaşlı yüzünü İstanbul Boğazı’nın ay ışığında birer mücevher gibi parlayan dalgalarına çevirdi. İçini çekti sonra gülümsedi. İstanbul’a bağırmadı, sustu önce. Sonra fısıldadı.

“Her hikâyede biraz da olsa aşk vardır.”

6 Şubat 2011 Pazar

Bölüm 2 - Ilk Plan

1 Yıl Sonra

“Uçak inişe geçiyor efendim, kemerlerinizi bağlarsanız daha iyi olur gibi?”

Tamamen kitabın satırlarına odaklanmış olan Barlas kendisine yöneltilen bu cümleyle bir anda irkildi. Kafasını çevirip baktığında yardımcısı Rutkay’ı gördü. Rutkay altmış yaşlarını aşmış yaşlı bir adamdı. Fakat Barlas’ın eski hayatında, daha çocukken, evde ailesinin yardımcılığını yaparken tanışmıştı onunla. Fakat ailesi öldürüldüğünden beri haber alamamıştı Rutkay Bey’den. O da epey zor zamanlar yaşamıştı. Barlas da Amerika’ya giderken onu da yanına almayı uygun görmüştü.

Barlas başını onaylarcasına ona doğru salladı ve gülümsedi. Kemerini taktıktan sonra da ufak camdan dışarıya doğru göz gezdirmeye başladı. Bulutların eşliğinde irili ufaklı binalar onlara göz kırparcasına geçip gidiyor gibiydiler…

3 Ay Önce

Yaklaşık 10 katlı binadan çıkan genç adam mevsime göre biraz ince giyinmiş gibi görünüyordu. Siyah saçları alnını örtüyordu ancak bu yüzündeki soğuk beyazlığı yine de kapatamıyordu. Hava henüz kararıyor ve ortalık iyice soğumaya başlıyordu. Genç, yine de bu soğukta arabası olmasına rağmen yürümeyi tercih etti. Biraz yürüyecek ve Amerika’nın bu kasvetli ortamından biraz kurtulmayı deneyecekti. İşler onun için pek de iyi gitmemiş, Amerika’dan iyice nefret ettirmişti.

Hava tamamen kararmıştı. Genç adam elleri ceplerindeyken karşıdan karşıya geçip bir şeyler yemeye hazırlanıyordu ki önünde bir araba durdu. Arabanın durmasıyla arka kapılar ve öndeki kapı açıldı. İçeriden çıkan üç adam silahlarını çıkarıp ona doğrulttular. Genç adam o kadar korkmuştu ki şimdi öleceğini düşünüyordu. Bir an gerçekten de öldüğünü sandı, ortalık tamamen kararmıştı. Bu güneşin tamamen kaybolduğunu göstermiyordu. Bu sanki uyumak gibi bir şeydi.

Genç adam gözlerini açtığında yine o karanlığı görmek zorunda kalacağını düşündü fakat öyle değildi. Büyük bir alandaydılar. Üstü kapalıydı fakat epey büyük bir depoya benziyordu. Sandalyeye oturtulmuştu ve elleri arkadan bağlıydı. Neden kaçırıldığını ve bu adamların ne istediklerini bilmiyordu. Beş ya da altı kişiydiler. Hiç birinde silah göremedi. Elbiseleri pek zenginlerin elbiselerine benzemiyordu. Kimi kaçırdıklarının farkında mıydılar? Aralarından boyu en küçük olanı öne doğru çıktı.

“Öncelikle evimize hoş geldi demek istiyorum. Yoksa depomuza mı demeliyim?”

Yandaşlarından birkaçı tuhaf kahkahalar attılar. Adam da gülümseyerek konuşmasına devam etti.

“Biz buraya insanları genellikle öldürmek için getiririz. Şu gördüğün kireç var ya işte o vücudundan geriye kemik bile bırakmayacaktır.”

“Siz kimi kaçırdığınızın farkında değilsiniz. Buna gerçekten pişman olacaksınız!”

Adamların bu uyarıya hiç aldırış etmedikleri belli oluyordu, çünkü kahkahalara boğulmuşlardı.
“Kimi kaçırdığımızın gayet farkındayız Bay Umut. Sizden isteğimiz sakin olmanız ve kendinizi öldürtecek hareketlerde bulunmamanız.”

“Babamın sizi bulduğunda neler yapabileceğini hiç düşünmüyor musunuz?”

Arkadaki uzun boylu adam atıldı.

“Evet, neler yapabileceğini biliyoruz. Peki ya sen bizim sana neler yapabileceğimizin farkında mısın küçük çocuk?”

Umut o anda gerçekten kötü insanlarla karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Ellerinin bağlandığı ipler çok keskindi. Oynatmaya çalıştığında dahi bileklerini kesiyor olmalıydılar ki sıcak bir sıvı ellerine ulaşmıştı.

“Çocuklar, acaba babasına telefon mu etsek? Hayır, durun, aklıma daha iyi bir fikir geldi. Bence bir parmağını koparıp ona yollayalım. Böylece ne kadar ciddi olduğumuzu öğrenmiş olur!”

Umut’un karnına keskin bir korku saplanırken bir anda deponun arka tarafından bir kapı açılma sesi geldi ve herkesin yüzü o tarafa doğru çevrildi. Yavaş adımlarla takım elbiseli, uzun paltolu ve güneş gözlüğü takmış bir adam onlara doğru geliyordu.

Küçük boylu çete elemanı kaşlarını çattı ve bağırdı.

“Hey, sen kim oluyorsun da buraya girme cesaretini gösteriyorsun?”

Adam hala üstlerine doğru gelmeye devam ediyordu.

“Hemen şu aptalı yakalayın!”

Adam bir anda olduğu yerde durdu. Gözlüğünü çıkartı ve özenle cebine yerleştirdi.

“Burada iki çift afili laf ederiz diye düşünmüştüm ama o sadece filmlerde oluyormuş sanırım.”

**

Adamların yarısı yerde kıvranır diğer yarısı da baygın haldeyken adam yavaşça ipleri çözdü ve Umut’u serbest bıraktı. Gözlüklerini takmaya hazırlanırken Umut ona hayran ve şaşkın bir şekilde bakıyordu. Adam gülümsedi.

“Eee iyi misin bakalım?”

“İyiyim, size- size bir teşekkür borçluyum sanırım.”

“Bunu daha sonra konuşuruz, gel bu saçma yerden çıkalım. Bu arada adım Barlas.”

“Ben de Umut.”

“Memnun oldum Umut.”

Hızlı adımlarla depodan çıktıklarında karşılarında bir Maserati duruyordu. Umut’un gözleri iyice parlamış, tamamen şaşkınlık içinde kalmıştı.

**

Önce hastaneye gittiler. Umut tam bir doktor taramasından geçtikten sonra Barlas onu eve bırakacaktı. Maserati ile hızlı bir yolculuğun ardından büyük bir evin önünde durdular. Umut hala rüyada gibiydi. Önce kaçırılması ardından zengin ve iyi bir adam tarafından kurtarılması, onu büyülemiş gibiydi.

“Efendim size daha iyi bir şekilde teşekkür etmek isterim. Ancak ne yazık ki yarın İstanbul’a uçağım kalkıyor. Eğer yolunuz herhangi bir zamanda İstanbul’a düşerse görüşmekten mutluluk duyarım.”

Barlas biraz düşünür gibi yaptı.

“Şu an için öyle bir programım yok. Fakat bir iki ay içerisinde belki İstanbul’a uğrayabilirim.”

“Sizi ağırlamaktan memnuniyet duyarım efendim.”

Umut eve doğru yürürken Barlas arkasından gülümsedi.

Şimdiki Zaman

Atatürk Havalimanı epey kalabalıktı. Bu kalabalıktan kurtulmak için hızlı adımlarla önde Barlas olmak üzere birkaç kişi yürüyordu. Barlas cep telefonunu çıkarttı birkaç tuşa bastı ve kulağına götürdü. Biraz bekledikten sonra:

“Umut, nasılsın?”

“İyiyim Barlas Bey siz nasılsınız?”

“Teşekkürler, ben de iyiyim.”

“Bu aralar İstanbul’a uğramayı düşünüyor musunuz?”

“Ben de onu diyecektim İstanbul’dayım şu an.”

Umut birkaç saniye duraksadı, şaşırmıştı.

“Ah, ne güzel. Fakat ne yazık ki bugün sizinle ilgilenemeyeceğim. Ama, bakın şöyle yapalım. Yarın ablamın doğum günü. Büyük bir parti hazırlanıyor. Yarın sizin de burada olmanız beni ve ailemi epey mutlu edecektir.”

“Peki yarın orada olurum, kendine iyi bak.”

Barlas telefonu kapattığında yüzünü şeytani bir gülümseme almıştı. İntikam başlıyordu...

3 Ay Önce

Küçük odanın dört bir yanı kitaplıklarla kaplıydı. Neredeyse dünyanın tüm kitapları ufacık odaya sığdırılmış gibiydi. Ortada sadece yine üstü birkaç kitapla dolu bir masa ve bir sandalye duruyordu. Rutkay sandalyeye oturmuş karşısındaki altı kişiyi süzüyordu. Bunlar Umut’u kaçıranlardı. Yavaşça elini ceketinin içine doğru attı ve sarı bir zarf çıkardı.

“Bu sizin için beyler, Barlas Bey hizmetleriniz için teşekkür ediyor…”

30 Ocak 2011 Pazar

Bölüm 1 - Pilot

İzmir bugünlerde epey soğuktu. Hele de kordon boyunda sahil kenarında yürüyüş yapıyorsanız ve saat henüz sabahın körüyse, soğuk insanın içine işliyor bütün tüylerini diken diken ediyordu. İzmir’deki insanlar zaten soğuğa hiç alışamamışlar, onunla barış içinde yaşayamıyorlardı. İzmir sıcak bir şehirdi. Dört mevsim de sıcak olması, nerdeyse senelerce hiç kar yağmaması onun önemli özelliklerindendi. Ama birkaç yıldır kışları oluşan acı, kuru soğuk insanları bezdiriyordu.

İnsanlar bu soğukta sabahları genellikle evlerinde oturmayı tercih ederken sahil kenarında bir çift yeşil göz dikkatlice, döküldükçe tekrar kendini yenileyen ufak dalgaları izliyordu. Sahil kenarındaki banklardan birine oturup arkasını bütün gün çocukların neşeyle oynadıkları parka vererek kasvetli bir biçimde oturan genç adam sakinliği ve odaklandığı dalgalara bakışı ile normalde dikkat çekerdi. Ama saat o kadar erkendi ki güneşin ilk ışıklarının parıldamaya başlamasından henüz on beş ya da yirmi dakika geçmişti. Gerçi İzmir’in insanları etrafındakilere dikkatlice bakıp onları rahatsız edebilecek hareketleri sergileyecek gibi değillerdi. Bunu bilecek kadar burada yaşamıştı genç adam.

Güneşin aydınlığı dalgalara vururken ortaya çıkan ahenkli renkler birbirleriyle dans ederken, martıların hoyratça koyuverdiği çığlıklar onun için dünyanın en güzel melodisini oluşturuyor gibiydi. Adam huzur bulmuştu sanki. Üzerindeki deri ceket epey pahalıya benziyordu. İçindeki gömlek ve renkli kazakla beraber iyi bir görüntü veriyorlardı. Lacivert kot pantolonu da aynı zamanda modayı takip ettiğini belli ettiriyordu. Uzun siyah saçları ensesine doğru dökülüyordu ve bir de keçisakalı vardı.

Bankta birkaç dakika daha oturduktan sonra yerinden hafifçe doğruldu. Güneşin doğuşundan henüz yarım saat de geçmiş olsa İzmir sokakları güne başlamışa benziyordu. Gözüne siyah güneş gözlüğünü taktı. Sahilde yavaş yavaş yürüyor ve özlediği İzmir’i içine çekiyordu. Sahil kenarında ufak tefek ama kendinden büyük simit tezgâhını açmaya çalışan bir çocuğa rastladı.

“Dur sana yardım edeyim genç.”

Cümlesini bitirmeden simit tepsisini bir eline aldı ve diğer eliyle tezgâhın ayaklığını açtı. Çocuk teşekkür eden bir yüz ifadesiyle ona doğru bakıyordu. Henüz on yaşlarındaydı ve kıyafetleri pek de iyi sayılmazdı.

“Bir gevrek ver bakalım.”

**

İzmir trafiği ne İstanbul’unki kadar düzensiz ne de Ankara kadar çok düzenliydi. Gitmek istediği yere erkenden ulaşmıştı. Tek katlı evlerin dizildiği caddede yeşil, bahçeli bir evin önünde durdu. Arabayı yanaştırıp yavaşça indi. Bahçe kapısını açacakken yan evin bahçesinde çiçekleri sulayan kadın en cırtlak sesiyle ona seslendi.

“Buyurun kimi aramıştınız?”

Genç adam kapıyı bırakıp kadına doğru döndü.

“Ben Barlas, teyzem için gelmiştim.”

Kadın birkaç saniye düşündü.
“Başımız sağ olsun,” derken göz ucuyla adama doğru baktı. Bir reaksiyon bekliyor gibiydi.

“Biliyorum, eve uğramak istedim.” Barlas kadının cevabını beklemeden bahçe kapısını açtı ve hızla içeri doğru yöneldi. Cebinden eski bir anahtar çıkartıp demir kapıyı açtı ve eve girdi.

Ev pek dağınık görünmüyordu. Salonda birkaç divan sandalyeler ve televizyon bulunuyordu. Yerdeki halının deseni bu evden gittiğinden beri aynıydı, değişmemişti. Barlas önce mutfağa gitti, susamıştı. Sürahi ve bir bardak alıp salona geldi, oturdu. Bu ev onu sıkıyordu, bu ev ona hiç hatırlamak istemediği şeyler sunuyordu. Ama yine de gelmek istemişti. Gece mezarlığa giderek teyzesine uğramış, şimdi de biraz burada dinlenmek istemişti. Sürahiden yavaşça bardağa su doldururken ayağına damlattı. Biraz sinirlendi ama önemsemedi. Kafasını kaldırdığında ise duvarda gördüğü resimle başı dönmeye başladı. Annesi, babası, o ve teyzesi gülücükler yolluyordular. Bardağı bir kerede bitirdi. Koltuğa oturdu.

**
1996

“Baba, danalar nasıl deliriyor ki?”

Sinemanın arka kapısından çıkmıştılar. Yaklaşık on yaşlarındaki esmer çocuğun bir elinden annesi diğer elinden babası tutmuş arabaya doğru ilerliyorlardı. Ünlü iş adamı Barış Özdemir Cuma günlerini ailesine ayırırdı. Her zaman gittikleri sinemadan bu sefer oğlu Barlas’ın çıkmak istemesiyle erken ayrılmışlar, hızlı olsun diye arka kapıdan arabalarına doğru yürüyorlardı. Hava soğuktu. Ortalıkta kedilerden gelen tuhaf sesler haricinde hiçbir insan belirtisi yoktu adeta.

“O nerden çıktı şimdi oğlum?”
“Televizyonda gördüm. İngiltere’de delirmişler.”

Babası oğluna doğru bakıp gülümsedi, fakat arabanın yanına geldiklerinde bu gülümseme kaybolmuştu. Orada kendilerini dilenci benzeri bir adam bekliyordu. Göz ucuyla karısına baktı. O da korkmuştu. Adam bir anda silahını çıkarttı, elindeki şarap şişesini yan tarafa doğru fırlattı. Şişe kırılınca gelen ses Barlas’ı çok ürkütmüştü. Barış dayanamadı.

“Bizden ne istiyorsun? Para istiyorsan sana verebilirim. Yanımda biraz olacaktı-“

Dört el silah sesi gecenin karanlığı ve ıssızlığına karışmış, Barlas’ın anne ve babası bir anda Barlas’ın elini bırakıp yere düşmüşlerdi. Küçük çocuk bu durum karşısında şok olmuştu hiçbir şey yapamamış sadece öylece dikiliyordu. Adam silahı ona doğru tuttu ve birkaç saniye bekledi. Sonraysa arkasına bile bakmadan koşup gitmişti. Çocuğu öldürememişti.

**

Barlas bu olaydan sonra içine kapanmıştı. Ailenin bütün parası ve şirket hisseleri bir şekilde bu olayın ardından karşı tarafa geçmişti. Teyzesi onu yanına almıştı fakat doğru düzgün bakamıyordu ve eniştesinden de şiddet görüyordu. Bu durumu hazmedemeyen Teyzesi de onu Çocuk Esirgeme Kurumu’na bırakmıştı. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda eğitimine devam eden ve başarılı olan Barlas sonunda bilgisayar programcısı oldu. İstanbul’da küçük bir şirkette bilgisayar programcılığı yapmaya başladı. Sonra da teyzesinin ölüm haberini öğrenince İzmir’e geri dönmüştü.
**

2011 İstanbul

Siyah bir Mini Cooper tek katlı bahçeli modern bir binanın önünde durdu. Barlas sakin bir tavırla içinden indi. Kapıyı yavaşça kapatarak etrafını süzdü. Gecenin bu ilerleyen vaktinde dışarısı epey sakin oluyordu. Hızlı adımlarla bahçeye yöneldi ve eve girdi.

Evin salonu epey büyük görünüyordu. Daha bu yaştan ufak çapta bir servet edinmişti yaptığı programlar ve bilgisayarı sayesinde Barlas. Salon modern kaplamalar ve Avrupai yapısıyla, Paris’teki bir evden farkı yok gibi görünüyordu. Duvara monte edilmiş epeyce büyük bir LCD TV, salonun neredeyse başköşesindeki bilgisayarsa bu sade salonun tek dikkat çekenleriydi.

“Nihayet gelebildin.”

Tek kişilik koltukta oturan ve ortadaki büyük sehpaya ayaklarını koymuş, sarı saçlı, epey yakışıklı bir adam ansızın konuşuvermişti. Üzerine giydiği kırmızı deri ceket ve mavi kot pantolonuyla tuhaf görünüyordu. Yüzündeki çizgiler onu otuzlu yaşlarda gösteriyordu.

“Senin de benimle gelmeni umuyordum.”

“Evde sabahtan akşama kadar, TV izlemek varken, seninle cenazeye gelebileceğimi gerçekten düşündün mü sen?”

Barlas cevap veremedi. Karşısındaki haklıydı, haklı olmasını istemiyordu. Aslında bir bakıma ondan nefret ediyordu ama yine de her zamanki gibi haklıydı. Sarışın adam bir yıldırım gibi aniden yerinden kalktı. Heyecanlı görünüyordu.

“Aklından geçeni anladım. İşte budur, yapıyoruz değil mi?”

Barlas yeniden cevap vermedi, sadece bu sefer biraz gülümseyebildi. Arkasına döndü ve duvarda asılı iki çapraz kılıçtan birisini kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle aldı. Hızla halıyı toparladı. Yerdeki kare taşların birisinin diğeri ile olan boşluğuna kılıcı sapladı. Aşağı doğru ittirdiğinde, taş hiç zorlanmadan yerden kalktı. Taşın kalktığı alanda bir kol vardı. Barlas hiç beklemeden onu çekti ve gizli tünel açıldı. Barlas yavaş adımlarla dar merdivenden aşağı doğru inerken diğer sarışın adam da onu takip ediyordu.

Gizli bölüm tam bir teknoloji cenneti gibiydi. Loş bir ışık altında bilgisayarlar, dev ekranlar ve tuhaf teknolojik aparatlar ile insana gizli bir üssü hatırlatıyordu. Barlas ana bilgisayarın başına oturdu. Tek bir tuşa basarak tüm sistemleri açtı. Tam yarım saat kadar da klavyenin tuşlarına bastı durdu. Bir şeyler üzerinde çok hareketli bir biçimde çalışıyor gibiydi. Son olarak “Enter” tuşuna basmadan önce sağ arka çaprazında oturan adama döndü. Yüzünde hiç olmadığı kadar şeytani bir gülümseme vardı. Tuşa bastığında bu gülümseme de artmıştı.

Ertesi Gün

“Dün akşam saatlerinde gerçekleşen bilişim suçunda, dünyanın en güvenli bankalarından sayılan uluslararası Air Bank’ın internet bankacılığından yaklaşık olarak 100 Milyon Dolar çalındı. Bilgisayar hesaplarında oynamalarda bulunan ve bankayı 100 Milyon Dolar kayba uğratan hacker henüz bulunamadı. Açıklamalarda bulunan İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Atlas, bu olayın oldukça üzücü olduğunu ve bunu yapanların bir an önce bulunacağını, halkın metanetli olması gerektiğini söyledi. Bu olay halkın internet bankacılığı ve alışverişine olan güvenin bir kez daha yıkılmasına yol açarken mağdur olanlara paralarının en kısa zamanda temin edileceği vurgulandı.”

Barlas: Bir Intikam Hikayesi - Giriş

Bütün okuyuculara öncelikle selamlar...

Bir gece vakti yolda yürürken aklıma gelen bu hikayeyi geliştirerek sizlere sunmak istedim.

Bundan sonra her Pazar günü buradan sizlere bölüm bölüm yayınlayarak birkaç güzel dakika geçirmenizi umuyorum.

Umarım güzel olur.

Saygılarımla, Eren Çevik