29 Haziran 2011 Çarşamba

Bölüm 3 - Düşmanlarını Tanı

Saat gece 12’yi vururken Clinton Oteli’nden yükselen havai fişekler İstanbul’u boydan boya aydınlatıyordu. Fişeklerin patladıktan sonraki hali bütün hayat enerjisini güneşten alan ayı bile kıskandırıyor gibiydi. Büyük fişek gösterisi bittiğinde bahçedeki kalabalık büyük salonun yolunu tuttu. İçeride pasta kesimi ve diğer birçok aktivite gerçekleştirilecekti. Misafirler arasında ülkenin en tanınır ünlüleri, iş adamları ve bürokratlar da bulunuyordu.

Kalabalık nihayet büyük salona toplandığında, hala dakika başı kapıya doğru bakan Umut’un da beklediği misafir gelmişti. Üzerinde epey pahalı siyah bir takım elbiseyle Barlas salınarak salonun kapısından büyük salona giriş yapmıştı. Umut, Barlas’ın gelmesini bekleyemeden gitti ve gülümseyerek karşıladı, sarıldı.

“Hoş geldiniz.”

“Hey hey, sakin olsana Umut herkes bize bakıyor,” dedi gülümseyerek Barlas.

Umut sarılmayı bıraksa da hala yüzünde şaşkın bir gülümseme vardı. “Aslında gelmeyeceğinizi, beni işlettiğinizi falan düşünmeye başlamıştım.”

Barlas yalnızca gülümsedi.

“Gelin sizi ailemle tanıştırmalıyım.”

“Daha önce de söyledim Umut. Artık “sizli bizli” konuşmana gerek yok.” 

“Peki, Barlas- “ biraz bekledikten sonra, “ağabey diyebilirim değil mi?”

“Elbette Umut.”

Büyük salonun içinde epey zorlanarak geçen birkaç dakikalık yürüyüşün ardından Umut’un ailesinin yanına varabilmiştiler. Barlas kalabalıktan pek hazzetmiyordu fakat yine de bu durum için biraz da olsa gerekliydi.

“Baba, işte sana hep anlatıp durduğum Barlas ağabeyim,” sonra Barlas’a dönerek “bu da babam Yusuf Naimdar.”

Umut’un babası Yusuf Naimdar’ın saçlarının üst kısmı dökülmüştü. Donuk ve sert bir yüzü vardı. Barlas’ı önce tepeden tırnağa süzdü, sonra da yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirerek elini uzattı. Barlas’ın içini kemiren öfke ne kadar kuvvetliyse intikam duygusu ve iradesi de o kadar vardı. Bu yüzden o da yüzüne sahte bir gülümseme kondurarak elini uzattı, el sıkıştılar.

“Tanıştığımıza memnun oldum Barlas Bey. Oğlum sizden pek çok kere bahsetti,” duraksadı viskisinden bir yudum aldı. “Sanırım şu Amerika’da bir şeyler olmuştu, hah evet biraz polisiye.”

Hep beraber gülümsediler. Barlas bu sert adamdan “espri yapma çabasını” hiç beklemiyordu doğrusu.

“Ben de tanıştığıma memnun oldum Yusuf Bey. İsminizi epey duymuştum. Olaylar hakkında da, biraz klişe olacak fakat kim olsa aynı şeyi yapardı.” Barlas bir an gülümsedi. “Bu arada İstanbul’a sadece gezmek için gelmedim. Sizi de araştırdım. Ülkenin en önde gelen iş adamlarındansınız. Yarın ofisinizde sizinle görüşmek isterim. Belki Amerika’daki talihsiz olay o kadar da talihsiz değildir.”

Yusuf Naimdar bir an için duraksadı. Bu beklenmedik bir gelişmeydi.

“Tabi o zaman yarın-“ biraz düşündü,  “10 gibi müsaidim konuşmamız gerekenleri ofisimde konuşabiliriz.”
“Orada olacağıma emin olabilirsiniz,” dedi Barlas. “Ancak izninizle biraz hava almak istiyorum.”

Barlas olanca kibarlığıyla oradan ayrıldı ve tam olarak boğazı gören parıltılı bahçeye çıktı. Deniz kenarına doğru yürüdü.  Büyük salon camekânlı olduğu için hala içerisi görülebiliyordu.

“İçerisi sizi sıkmışa benziyor efendim.”

Bir anda ortaya çıkan yaşlı Rutkay yine tam zamanında gelmişti.

“Böyle ortamlardan pek hoşlanmıyorum doğrusu Rutkay.”

“Aynı babanız gibi.”

“Aynı babam gibi, evet.” Barlas’ın gözünün önüne hala annesi ve babasının katlediliş görüntüleri çakıyordu.

“Sen bu hikâyeyi daha önce dinlediysen bile tekrar anlatmak istiyorum Rutkay. Bir zamanlar bir adam vardı. Bu ülkenin en büyük iş adamlarından biri, en zenginlerinden belki de. En güçlü, en büyük. Kendine verilen sıfatlar öyle çoktu ki. Fakat, fakat ben ona “baba” diyordum. Sadece “baba”. Şuradaki adamı görüyor musun Rutkay. Onu sen de tanıyorsun elbet, Yusuf Naimdar. Babamın ortaklarından biriydi. Fakat bununla yetinmedi. Onu yerinden indirmek istedi ve yaptı da, kanla. Annem ve babam gözümün önünde öldürüldü Rutkay. Tam gözümün önünde.”

Rutkay bütün dikkatiyle sanki ilk defa duyuyormuşçasına dikkatli, Barlas’ı dinliyordu.

“Evet, bugün ben senin önünde bir daha yemin ediyorum ki onların intikamlarını ne pahasına olursa olsun alacağım.” Yüzünü buruşturarak. “Daha kaç yaşındaydım ki. Daha onlar-“

Barlas sözünü tamamlayamadan içeride büyük bir gürültü kopmuştu. Umut’un ablası, beyaz süslü bir giysiye bürünmüş halde görkemli merdivenlerden aşağıya salona doğru iniyordu. Barlas dışarıda bahçeden onu görerek durmuştu. Simsiyah saçları omuzlarına bir şelaleymişçesine dökülüyor, yüzündeki ifade görenleri büyülüyordu. Barlas ağzının kuruduğunu fark etti. Epeydir böyle bir şey yaşamamıştı. İleri doğru birkaç adım attı sonra durdu. Rutkay’a döndü. Parmaklarıyla salonu gösterdi.

“Sanırım içeri gideceğim, evet.”

Barlas içeri doğru yol alırken Rutkay yaşlı yüzünü İstanbul Boğazı’nın ay ışığında birer mücevher gibi parlayan dalgalarına çevirdi. İçini çekti sonra gülümsedi. İstanbul’a bağırmadı, sustu önce. Sonra fısıldadı.

“Her hikâyede biraz da olsa aşk vardır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder